Oyuncakların fantastik dünyasına yolculuk!

Vincent Van Gogh, post empresyonizm sanat akımının en önde gelen ressamlarından ve hatta günümüzün en çok bilinen sanatçılarından bir tanesi. Birçok ressam, benzersiz eserleriyle günümüzde hala sanatı en derin şekilde önümüze serse de Vincent Van Gogh’u diğer ressamlardan farklı kılan bir hayat hikayesi var. Akıl hastanesinde kalmış bir ressam olarak en ünlü eserlerini sanat dünyasına tam da o dönemlerde kazandıran Van Gogh’un hayat hikayesini, eserlerini ve psikolojisini incelemeden önce, akımına bir göz atalım;

Post Empresyonizm Nedir?

Bir Fransız sanat hareketi olan Post Empresyonizm, 1886 – 1905 yılları arasında gelişmiştir. Daha çok sembolik içeriklere ve soyut bir sanat anlayışına dayanan bu akım, canlı renkler kullanarak boya tekniğinde de kalın vurgulara yer verilen tablolarla sanat dünyasında yerini almıştır.

Post empresyonizm terimi ilk olarak Roger Fry tarafından kullanılmıştır. Fovizm akımının doğuşuna dek devam eden akımın ilk temsilcileri arasında Vincent Van Gogh, Georges Seurat ve Paul Gaugin gibi isimler yer almaktadır. Şüphesiz ki bu akımı benimseyen tüm sanatçıların eserleri sanat dünyasının gelişmesinde büyük rol oynasa da Post Empresyonizm denince akla ilk gelen ressam olan, karmaşık ve bir o kadar ilham verici iç dünyasıyla Van Gogh, akıma nasıl katkılar sağlamış, iç dünyasını bu akımla birleştirerek nasıl eserler yaratmış gelin bunları inceleyelim.

Vincent Van Gogh Kimdir? Hayatı ve Bilinmeyenleri

1853 yılında Hollanda’da dünyaya gelen Van Gogh, iki erkek ve üç kız kardeşe sahipti, ailesine ait herkes, döneminde sanat dünyasında çalışmış olan ressam, belirli bir yaşa kadar öğretmenlik ve din adamlığı yapmayı sürdürürken, bunlar dışında farklı alanlara da kısa süre yöneldi. Fakat yapığı bu işlerden tatmin olmayan ve kendini başarısızlıkla tanımlayan Van Gogh, 27 yaşına geldiğinde kendini tamamen sanata adamayı seçti.

Kariyeri Nasıl Başladı ve Nasıl Şekillendi?

Yağlı boya kullanmaya başlamadan önce, resim yapmaya başladığı ilk yıllarda fakir halkı resmetmeyi seven sanatçı bu eserlerini kalem ve kömür çubuklarla ortaya koyduktan sonra, çiftçilik yapan ve çalışkan halkı yağlı ve çeşitli boyalarla kalın vuruşlar yaparak, nesneleri daha çok gördüğü gibi değil, hayat ettiği gibi ortaya koyarak resmetmeye başladı.

Vincent Van Gogh’un çalışan ve fakir halkı resmetmesi, kariyerinin ilk yıllarında çoğunlukla kahverengi ve yeşil tonlarını, toprak ve ağaçları temsilen kullandığı için oldukça melankolik ve kasvetli olarak algılandı. O dönemde yani kariyerinin ilk başlarında yaptığı en önemli eseri ‘Patates Yiyenler’ olarak karşımıza çıkıyor.

Patates Yiyenler eseri aslında temel aldığı çalışkan ve fakir halkı oldukça başarılı bir şekilde ortaya koyuyordu. Yukarıda da gördüğünüz üzere kendi ektikleri patatesleri yine kendileri toplayıp, pişirip yiyen bir aile olarak karşımıza çıkan tablo emek ve emeğin karşılığını almak olarak yorumlanabilir.

Van Gogh ve Küçük Kardeşi Theo Arasındaki İlişki

Vincent Van Gogh’un küçük kardeşi Theo, onun hayatında oldukça büyük bir öneme sahipti. Genelde her şeyini onunla paylaşır ve onun önerilerini dinler, ona düzenli olarak mektuplar yazardı. Hatta ressamın kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan oluşan kitaplar hala günümüzde mevcuttur.

Theo ile kurdukları iletişim, İzlenimcilik zamanında Van Gogh’a bu tarzı keşfetmesine yönelik tavsiyede bulunmasına sebep oldu. 1886 yılında bu tarzı keşfetmek ve benimsemek için ressam Paris’e taşındı. Bu süreçte Edgar Degas ve Claude Monet gibi isimlerin eserlerinden etkilendikten sonra Paul Gaugin ile yakın arkadaş oldu. Bu süreçte daha parlak renkler kullanarak genelde kırsalı ve kaldığı yerin sokaklarını & cafelerini resmetmeye başladı.

Aynı zamanda insan portresi de çizmekten keyif aldığı alanlardan bir tanesiydi. Oldukça fazla pratik yaparak kendini geliştirmek adına bazen model bulamadığında kendini resmediyordu. Süreçte 20’den fazla kendi portresini çizdi.

İzlenimcilik Keşfi; Arles’e Taşınma Dönemi

1888 yılında Fransa Arles şehrine taşınan Van Gogh, sarı bir ev kiralayarak orada kalmaya başladı ve bu süreçte yine parlak boyalarla eserler ortaya koymaya devam etti. Tarz olarak genelde fırçaların darbesini kalın bir şekilde kullanarak, bazen ise boya tüplerinden direkt olarak tuvale boyayı aktararak eserler yaptı. Bu süreçte arkadaşı Paul Gaugin, küçük kardeşi Theo’nun destek olması ısrarıyla sanatçının yanına gelip bir süre kaldı. Zaman içerisinde anlaşamamaya başlayan iki arkadaş, kavga etti ve Paul Gaugin orada bulunmaktan vazgeçerek terk etti.

Van Gogh Neden Kulağını Kesti?

Van Gogh hakkında oldukça ilgi çekici bir olay olan kulağını kesmesi olayı, günümüzde çok şaibeli olsa da arkadaşı Gaugin ile kavgası sonrası meydana gelen bir olaydı. O süreçte psikolojik olarak yıpranan Gogh, arkadaşıyla tartışması ve arkadaşının onu terk etmesi üzerine kulağını keserek bir hayat kadınına verdi. Dönemin en ilginç olayları arasında yer alan bu durum sonrasında Vincent Van Gogh’un akıl hastanesi  dönemi başladı.

Akıl Hastanesine Yatırılma Süreci

1889 yılında artık psikolojik ve maddi anlamda kendine yetemeyen Van Gogh, akıl hastanesine yatırıldı. Burada da eserler ortaya koymaya devam ederek sanat dünyasının odağına oturacak Starry Night (Yıldızlı Gece) eserini görebiliyoruz. Akıl hastanesine yattığı dönem yaptığı bu eser sanatçının en ünlü eserlerinden bir tanesi belki en önemlisiydi. Akıl hastanesindeki odasının penceresinden yıldızlık gökyüzünü çizen ressam, gördüğü gibi değil tamamen hissettiği ve kendi algıladığı şekilde çizmişti. Birçok sanatsever bu eserin onun iç dünyasını yansıttığı için oldukça önemli olduğunu düşünmektedir.

Van Gogh Nasıl Öldü?

Ressam hakkında en çok merak edilen ve hala sebebi tam olarak bilinmeyen ve şüpheli olan ölümü, çoğu yerde göğsündeki bir kurşun olarak bilinse de intihar olarak geçiyor. 29 Temmuz 1890’da daha çok gençken yaşamını yitiren sanatçının gerçekten nasıl öldüğü kesin olarak bilinmiyor.

Van Gogh Eserlerinden Bazıları

Van Gogh Konulu Filmler

Van Gogh’un hayatını ve yaşadıklarını konu alan, en bilinen iki film vardır;

Loving Vincent filmi tam bir sanat harikası olarak dönemin tabloları gibi grafiklerden oluşurken, Sonsuzluğun Kapısında filmi de onu en iyi anlatan ve başrolünü ünlü oyuncu Willem Dafoe’nin oynadığı büyülü bir film.

Bu büyük ressamın ve döneme damga vurmuş, hala sanat dünyasında önemini koruyan sanatçının hayatını izlemek istiyorsanız mutlaka bu iki filme göz atmalısınız! Sanattan sevgilerle…

İlginizi Çekebilir: Hayvanları Koruma Günü Ne Zaman Kutlanır?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir